MÜJDE IŞIL- ‘90’ların sonu, 2000’lerin başında sinemaya sürpriz finallerin dâhi yönetmeni olarak giren M. Night Shyamalan, o yükselişin istikrarını sağlayamadı kariyerinde. Ve o ilk dönemin zirvesine de hiç erişemedi. Bazen o kadar diplerde gezdi ki hayranları ondan umudunu kesti; sonra “bende hâlâ iş var” diyen filmleriyle kısık da olsa ümit ışığını canlı tuttu. Bugün yeni bir Shyamalan filmi vizyona giriyor haberleri geldiğinde merakımızı cezbedebiliyor hâlen. “Knock at the Cabin/Kulübeye Tıklat” da bu hislerle izlendiğinde hem beklentileri boşa çıkarmayan hem de bütünüyle karşılayamayan bir yapım.
Film, Paul G. Tremblay’in 2018 tarihli romanı “The Cabin at the End of the World”den uyarlanmış. Kıyamet temalı bu romanın Shyamalan’a neden cazip geldiğini anlamak zor değil. Hikâye, bir grup yabancının bir ailenin kulübesine baskın yapıp onlara kıyametin gelmek üzere olduğunu, eğer insanlığı kurtarmak istiyorlarsa içlerinden birini kurban etmeleri gerektiğini söylemeleri üzerine kurulu. Kapalı alanda gerilim, zor bir tercih yapmak durumunda kalan karakterler, kıyamet döngüsü ve elbette hakikat-maneviyat çelişkisi… “İşaretler”den “Sudaki Kız”a, “Mistik Olay”a kadar tam bir Shyamalan yumağı…
Sekiz yaşındaki evlatlık Wen’in ve ailesinin, dört esrarengiz yabancı tarafından kulübelerinde esir alınması, ilk dakikadan itibaren alıştığımız ve sevdiğimiz bir Shyamalan gerilimini karşımıza getiriyor. Hem tehlike altındaki çocuk hem belirsizlik hem istila ve kıyamet konsepti, Shyamalan’ın özellikle ilk dönemindeki sakin ama etkin üslubunu anımsatıyor.
Yönetmenin kariyerinde hakikat ve maneviyat ayrımından güç aldığını ve tercihini maneviyattan yana koyduğunu biliyoruz. “Kulübeye Tıklat”ta da benzer seçimle baş başa bırakıyor seyirciyi. İstilacıların deli mi yoksa haberci mi oldukları sorusunun cevabını, filmin sonuna kadar ikilemde bırakmayı başarıyor. Wen’in ebeveynlerinden biri onlara inanmaya doğru giderken insan hakları avukatı olan diğeri ise her şeyin kurmaca ve önceden ayarlanmış olduğunda ısrar ediyor. Bu belirsizlik ve seyirciyi ikilemde bırakma hâli, tipik bir Shyamalan gerilimi çizgisinde istikrarlı ilerliyor; ta ki finale kadar… Hikâyenin ve dolayısıyla yönetmenin yaptığı manevi tercih, ayrıştırıcı ve ötekileştirici bir sonuca ulaşıyor. Toplumsal olarak itiraz ettiği şeyin onaylayıcısına dönüşüyor böylece. Dünya için ne kadar fedakâr olabilirsin ve dünya, insanlık bu fedakârlığa değer mi, sorusunun cevabı da havada kalıyor.
Âlem buysa kral kim?
Bir dönemin efsanevi şirketi Prestij Müzik sadece ‘90’lar müziğine damgasını vurmakla kalmadı; starları Mahsun Kırmızıgül ve Özcan Deniz, 2000’in başlarında sinemaya da el attı. Deniz’den önce yönetmenliğe başlayan Kırmızıgül daha iddialı bir yolda ilerledi, “Güneşi Gördüm” ile Türkiye’nin Oscar temsilcisi de oldu. Ülke meselelerine odaklandığı genel tarzının dışında bir filmle geliyor perdeye bu kez. “Prestij Meselesi”nde hem kendi hikâyesini anlatıyor hem de son dönemlerde gişe canavarına dönüşen müzik biyografilerine tepkisini gösteriyor.
“Bir şarkıcının hayatını oynayabilirsiniz ama onun şarkılarını onun gibi asla söylemezsiniz. Ben sevdiğim sanatçıyı izlemeye giderken, ona hayat veren oyuncunun amatörce söylediği şarkıları duymak zorunda değilim” demişti “Bergen” vizyondayken Kırmızıgül. “Prestij Meselesi”nin asıl meselesi bu itiraz gibi görünüyor. Zira filmde Kırmızıgül, Özcan Deniz ve Haluk Levent’in gerçek seslerini duyuyoruz.
Filmin, 20 yıl önceki “Neredesin Firuze” ile hem öykü hem de tarz olarak benzerliği var. Ezel Akay imzalı yapım, Özcan Deniz’in meşhur olma macerasından ilham almıştı. İşte o hikâyenin farklı bir yorumunu izliyoruz “Prestij Meselesi”nde. Adının aksine Prestij’den öncesini anlatıyor, o zamanı ve ruhu anlatırken “Neredesin Firuze”nin estetiğini ve mizahını yakalayamıyor. Kırmızıgül’vari bu karikatürize müzik biyografisinden geriye, Engin Hepileri’nin Hilmi Topaloğlu performansı akılda kalıyor.